Mehmet Maden doğayı izlerken
mehmet@mehmetmaden.com ana sayfa
               
HAKKIMDA ESERLERİM BANA ULAŞ YAYINCILAR SİPARİŞ HARİTA

M A L A T Y A' dan PARİS MEZARLIĞINA!... / Mehmet MADEN

 

               

“Ahmet Kaya’ya içim yandı
Şairin dediği gibi
‘Her ölüm biraz erkendir’
Ama bu ölüm çok erkendi!”                                             
16 Kasım akşamı masamdaki günlüğüme bu  notu düşmüşüm. Şimdi bu not üstüne biraz düşünmek, daha doğrusu sizlerle birlikte düşünmek istiyorum. Sanatçılar ölümle yarış halindeler midir nedir, hep zamana çok şey sığdırabilmek için, akıl almaz bir maratona katılırlar. Ve ancak öldükten sonra birinci gelebileceklerini bile bile bu yarışı hiç bırakmazlar. Öldükten sonra unutulmaktansa, öldükten sonra birinci olarak anılmayı isterler belki...
80’lerin başıydı. Yozgat-Sarıkaya’da herkes gibi ben de 12 Eylül sonrasının hayata yansıyan günlük sıkıntılarını yaşıyordum. Bir akşam, Ege’den bir avcı dostum telefon etti:
“Ahmet Kaya diye bir sanatçı var, dinliyor musun?”
Evet, dinliyordum. Herkes dinliyordu, parkta, bahçede, gazinoda, pavyonda, minibüste, otobüste, kendi evinde...
Neden dinliyorlardı peki?
Konformist solcuların dediği gibi, “devrimci arabesk” olduğu için mi? Buna gülünür. Çünkü kavram olarak bir tema hem “devrimci” hem “arabesk” olamaz. Evelallah bizde kavram bol; resmi müzik olara kabul edilen ve divan edebiyatından beslenen müziğin önüne “sanat” sözünü getirerek “Türk sanat müziği” gibi yapay bir niteleme yapabiliyorlar. Saki halk müziği ile diğer müziklerin sanatla bir ilgisi yokmuş gibi... Neyse işin bu yönünü müzik eleştirmenlerine bırakalım.
Ahmet Kaya’yı neden dinliyorlardı?
Bunu bir örnekle açıklamak istiyorum. 12 mart sonrasında bir edebiyat dergisinin arka kapağında yabancı bir şaire ait bir şiir okumuştum. Hatırladığım kadarıyla ilk iki dizesi şöyleydi: Ses var hoşuma gider, durur dinlerim. / Ses var, alır başımı giderim. /
Halkımız, Ahmet Kaya’nın yorumunu ilk duyduğunda, alıp başını gidemedi, dinledi, benimsedi, kendine mal etti.
Ahmet Kaya, birden bire sazını alıp ortaya çıkmış biri değildi. O, sazını eline almadan çok önce Fırat’ın engin kültürüyle beslendi, hep bir şeylerden rahatsız oldu ve bunu dile getirmek için sorumlu bir yurttaş olarak çırpınıp durdu. Sonunda yolunu çizdi, sazını ve sesini isyanına bayrak yaptı. Bu yolda yürürken, sazına ve sesine uygun düşecek sözü, rasgele seçemezdi. Zaman onu Nevzat Çelik ve diğer şairlerle buluşturdu. Şafak Türküsü, cunta sonrası çekilen acıları idealize eder bir formda sunuldu. Bu sunuş biçiminin daha önce de tekrarları vardı ve fazla bir devrimci ağırlığı olamazdı. Ama unutmayalım ki devrimci yansımanın olgunlaşma sürecinde, zincirini kıran popülist reflekslere de ihtiyaç vardır. Modernite, böyle bir süreçte, dönüşüm yeteneği olan popülizmin eline su bile dökemez.
Ahmet Kaya’nın izini sürenler, örneğin hemşerim Fatih Kısaparmak, gittiği her yerde bir “devlet memuru” gibi karşılanıyor, kim koyduysa, adını da “türkü baba” koymuşlar. Bütün bunlar rastlantı değil. Ama ne Fatih, ne de başka biri, onun yerini tutamaz, çünkü onun kendine özgü yorumu, müziği; müziğinin bulutu, yağmuru, fırtınası; fırtına sonrası güneşi hep kendine aittir ve bu güneşi balçıkla sıvamak boşuna.
Magazin basınının gecesinde olup bitenleri tekrar hatırlayalım. Yanlış ya da doğru; düşüncesini, duygularını açıklayan birinin üstüne çatalları, kaşıkları fırlatarak, ardından 10. yıl marşını söyleyenler, eli kalem tutanlardı. Sanki Ahmet Kaya 10. yıl marşına karşıymış gibi... O anı izlerken şok olmuştum. Masasında hiç kıpırdamadan, şaşkınlık içinde eşiyle birlikte oturan Ahmet Kaya: vay be, bu ne biçim ülke, bu ne biçim basın? der gibiydi ve oracıkta yapayalnızdı. Belki de bu yalnızlığın tepkisiyle yurdundan uzak yaşamayı seçti.
Mültecilik, kendi ülkesinde hapis olmaktan çok daha kötüdür aslında. Kristalize olmuş devrimciler, mülteciliğe hiç prim vermezler. Vatan hasreti çekenlere en büyük zarar, mülteciliği yakalarına bir paye gibi takanlardan gelir. Bilirsiniz, “bizim radyo grubu”nun Nazım’a Rusya’da yapmadığı kalmadı. Devran onlara da kalmadı ama, Türkiye’ye döndüklerinde, dost düşman boylarının ölçüsünü aldı, silinip gittiler. Neyse bu konuları da yeni bir “güvenli” roman yazması için Vedat Türkali’ye bırakalım.
Toprağına kök salmış yurtseverlerin kalbi mülteciliğin baskısına dayanamıyor, dayanamaz. Yılmaz Güney de aynı kaygının kurbanı olmadı mı?
Gayrı yeter, sanatçılarımızı, kültürlerin beşiği Anadolu’nun bu yaban güllerini, toprağından söküp atmayalım. Bu ülke hepimizin. Üstelik Ahmet Kaya, masasına çatal kaşık fırlatanlardan on kat daha fazla seviyordu vatanını.
Ne diyelim, son söz savunmanın...        

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
                 
ana sayfa | hakkımda | eserlerim | aylık yorum | şiirlerim | sesimden şiir | çocuk öykülerim | fotoğraflarım
yazılarım | şair dostlarım | senaryolarım | mesaj yazın | sanat atölyesi | bermaz yöresi | hazar gölü
bakır maden | harput | kara avcılığı | bana ulaş | yayıncılar | sipariş | site haritası | başa dön

Copyright © 2007 Mehmet Maden. Tüm hakları saklıdır.